“Gönül ne kahve ister ne kahvehane Gönül sohbet ister kahve bahane”

Kahvenin asıl lûgat manası “şarap” demektir. Fakat sonraları bugünkü manasıyla yerleşmiş biranlama sahiptir. Yasemin gibi kokan beyaz renkli çiçeği, kiraza benzeyen kırmızı meyvesi ile kahve bitkisi 10 yüzyılda Habeşistan (Etiyopya)’da keşfedildi. O dönemde, meyveleri kaynatıldıktan sonra suyu içilmek suretiyle tıbbi amaçlı kullanılıyor ve “sihirli meyve” olarak adlandırılıyordu. Kahve bitkisinin ünü yayılınca yüzyıllar boyu sürecek yolculuğu da başladı.

15 yüzyıl ortalarında kahve bitkisi Yemen’e geldi. İklim koşullarının ve Yemen toprağının elverişliliği, bitkinin bu bölgede çok iyi yetişmesini ve hasatın verimli olmasını sağladı. Kahvenin anavatanı Yemen olarak bilinir.

Kahve, ünüyle birlikte hızla Arap Yarımadası’na yayıldı ve 300 yıl boyunca Habeşistan’da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edildi. 10.yy’da medreselerde kahve yasaklanmıştır. Halkın kahve bitkisine olan bu düşkünlüğü çevreleri rahatsız etmiş. Osmanlı devletinde ilk kez III. Murat döneminde devletişlerinin eleştirildiği ve günlük siyaset için kapatılır, kahve içilmesi yasaklanır. Devrin aklı başında bilginlerden biri diye düşünülen Şeyhülislam Ebu suut Efendi bile “Kömür oluncaya kadar kavrulup yakılan nesnenin yeme içmesi caiz değildir. Toplulukta içilmesi de Hristiyanlara benzemektir. Şeriata uygun değildir ve sözü edilen maddelere zorla el konulması, yok edilmesi gereklidir.”

Bu söz üzerine kahve getiren bütün gemiler yakılmıştır. Ne var ki bu yasaklar zamanla delinir; bilhassaIV. Murat döneminde şarap, tütün ve kahve yasağı kapsamında idam cezaları gündeme gelmiş 30 yıl süreyle kahvehaneler kapatılmış ancak “Kahve Yasağı” çok geçmeden tarihin menziline gömülüp gitmiştir.

Saraydan konaklara ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet haline geldi. Satın alınan çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulup, dibeklerde dövüldükten sonra cezvelerde pişiriliyordu. Yeni pişirme yöntemi ve aromasıyla kahve, ününe ün katmaya devam etti. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 16 yüzyılda, Yemen Valisi Özdemir Paşa, Yemen’de içtiği ve çok sevdiği kahveyi İstanbul’a getirdi.

Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini aldı ve büyük ilgi gördü. Saray görevleri arasına “kahveci başı” adında bir de rütbe eklendi. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan kahveci başı, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilirdi. Osmanlı tarihinde kahveci başlılıktan sadrazamlığa yükselenlere bile rastlandı.

Saraydan konaklara ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet haline geldi. Satın alınan çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulup, dibeklerde dövüldükten sonra cezvelerde pişiriliyordu. Kahvenin ünü sarayı, konakları ve evleri de aştı.

İstanbul’a gelen Venedikli tacirler, çok sevdikleri bu içeceği Venedik’e taşıdı. Böylece Avrupalılar kahveyle ilk kez 1615’te tanışmış oldu. Yani Avrupa’nın kahveyle tanışmasının ilginç öyküsünün kahramanı Türklerdir. Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı’na göre İstanbul’da ilk kahvehane 1555 yılında açılıyor. Zamanla kahvehaneler keyif düşkünlerinin, okuryazarların ve çeşitli kesimlerin uğrak yeri oluyor.

Önceleri limonata satıcıları tarafından sokaklarda satılan kahve, 1645’te açılan İtalya’nın ilk kahvehanesinde yerini aldı. Kısa zamanda sayıları hızla çoğalan bu kahvehaneler de; diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler oldu.

İstanbul’da kahvenin tadına bakmış olan seyyahlar, bu eşsiz lezzeti yazılarıyla Marsilya’ya tanıttı. 1644’de ilk kahve çekirdekleri, kahve yapımında ve sunumunda kullanılan araçlardan örneklerle birlikte İstanbul’da görev yapan Fransız elçisi eşliğindeki Monsieur de la Roque tarafından şehre getirildi. 1660’ta özlem sona erdi ve Marsilyalı tüccarlar İstanbul’da içip tadına doyamadıkları kahveyiFransa’ya ithal etmeye başladılar. 1671’de ise, Marsilya’da ilk kahvehane açıldı. Önceleri sadece seyyah ve tüccarların rağbet ettiği bu kahvehaneler, zamanla halkın her kesiminin uğrak yeri oldu.

1669’da IV. Mehmet, Fransa Kralı XIV. Louis’ye bir elçi gönderdi. Paris’e kahveyi tanıtan bu elçi, Hoşsohbet Nüktedan Süleyman Ağa’ydı. Türkiye’den getirdiği eşyaları arasında çuvallar dolusu kahvede bulunan Osmanlı elçisi, Fransızlara Türk Kahvesini “sihirli içecek” olarak tanıttı.

Süleyman Ağa, kısa zamanda Paris aristokratlarının gözdesi oldu. Türk Kahvesinin eşsiz lezzetinin yanısıra kültürünü ve sohbetini de paylaşan Süleyman Ağa’ya konuk olmak Paris aristokratları için bir ayrıcalık sayılıyordu. Elçi, kahve hakkında sayısız hikâye anlatarak, herkesi hoşsohbetiyle etkiliyordu.

II. Viyana Kuşatması 1683’te sona erdi. Türkler, şehri terk ederken yanlarındaki fazla ağırlıkları da burada bıraktılar. Bu ganimetler arasında çok sayıda çadır, hayvan, tahıl ve yaklaşık 500 çuval kahve vardı. Ancak Viyana halkı kahvenin ne olduğunu bilmiyordu. İçlerinden bir yüzbaşı, kahvenin deveyemi olduğunu iddia etti ve kahveyi Tuna Nehri’ne dökmeye karar verdi.

Uzun yıllar Türklerin arasında yaşamış ve kuşatma sırasında Viyanalılar için casusluk yapan Kolschitzky, olaydan haberdar oldu. Savaşta gösterdiği başarının karşılığı olarak ne olduğunu gayet iyi bildiği kahveyi Viyanalılardan istedi. Kolschitzky önceleri evden eve dolaşarak ve sonrasında kurduğu halka açık çadırda, Viyanalılara küçük fincanlarda Türk Kahvesi sundu ve kısa sürede kahvenin nasıl hazırlandığını öğretti. Böylece Viyana da kahveyle tanışmış oldu.

O dönemde açılan Viyana kahvehaneleri, diğer birçok ülke tarafından örnek alındı. İngiltere kahve ile ilk olarak 1637 yılında tanıştı. Bir Türk tarafından Oxford’a getirilen kahve, öğrenciler ve öğretim üyeleri arasında çok popüler oldu ve “Oxford Kahve Kulübü” kuruldu. Şehirde1650 yılında “Angel” adında ilk kahvehane açıldı.

1652’de ise Yunan asıllı Pasqua Rosée, Londra’daki ilk kahvehaneyi hizmete sundu. Türk Kahvesinihazırlamayı ve pişirmeyi çok iyi bildiğinden bu lezzeti arkadaşları ve müşterileriyle paylaştı.

1660 yılına gelindiğinde Londra kahvehaneleri sosyal yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Çoğunlukla yazarların, sanatçıların, şairlerin, avukatların, politikacıların ve filozofların kahve içip sohbet ettiği bu kahvehanelere bir dönem halk arasında “Penny Üniversiteleri ”adı yakıştırıldı. Çünkü buralara gelenler sadece kahve içmekle kalmıyor, giriş ücreti olarak ödedikleri bir penny karşılığında entelektüel kesimin sohbetlerinden pek çok şey öğreniyorlardı.

Kahve bir süre aristokratların içeceği olarak kaldı. Orta ve alt sınıflar 18 yüzyılın başına kadar bu lezzete ulaşamadı ve kahvenin evlerde tüketilmesi çok uzun yıllar sonra mümkün oldu. Öte yandan kahvehaneler erkek egemenliğinde olduğu için orta sınıf kadınlar “kahve kulüpleri” kuruldu.

Kahve 1668 yılında Kuzey Amerika’ya ulaştı. 1696’da New York’ta “The King’s Arms” adında ilk kahvehane açıldı.

1714 yılında Java adasındaki kahve numunelerinden yetiştirilen bir fide Hollandalılar tarafındanFransa kralı XIV. Louis’ye hediye edildi. Kahve fidesi, Paris’teki Jardin des Plantes kraliyet bahçesinde yetiştirildi.

1723’te Gabriel du Clieu adlı bir denizci tarafından bu kahve bitkilerinden alınan bir fide Fransa’danMartinique adasına getirildi. Kahve buradan diğer Karayip Adalarına, Güney ve Orta Amerika’yayayıldı.

1727’de Brezilyalı denizci Francisco de Mello Palheta sayesinde kahve fideleri ve bitkileri FransızGine’sinden Brezilya’ya ulaştı. Öyle ki bugün; Brezilya, dünya kahve üretiminde %35 ile birinci sırada bulunmaktadır.

1730 yılında ise İngilizler kahve ekimini Jamaika’ya taşıdılar. Ve 19.yüzyıl ortalarında kahve, dünya ticaretinde en önemli ürünler arasında yerini aldı.

Sonuç olarak örüldüğü gibi kahve Türk kültüründe, sosyal hayatımızda önemli bir yere sahiptir.Edebiyata, resme ve müziğe konu olmuştur. Kahve, kahvehane kültürünü de ortaya çıkarmış; orada edebî malzemeler icra edilmiştir. Kahve, sohbet kültürünü de geliştirmiştir. Günümüzde Türk Kahvesi dışında farklı kahve çeşitleri olmasına rağmen, Türk Kahvesi en çok tercih edilen içecektir. Bizlere sunduğu eşsiz tadının yanı sıra atasözlerine, deyimlere ve özlü sözlere de konu olmuş pek çok edebî malzeme oluşturmuştur.